İstirdat Davasında İspat Yükü Kime Aittir? Felsefi Bir Bakış Açısı
Felsefe, insanın varoluşunu, bilginin sınırlarını ve adaletin ne olduğunu sorgulamakla ilgilenir. Bu sorgulamalar, tüm toplumsal yapıları etkileyen meselelerde, yani hukukun ve adaletin içinde kendini gösterir. Bir filozof, her olgunun derinine inerek, yüzeyde görünenin ötesinde yatan ilkeleri keşfetmeye çalışır. Bugün, istirdat davasında ispat yükünün kime ait olduğunu felsefi bir bakış açısıyla ele alacağız. Bu sorunun yalnızca hukuki değil, etik, epistemolojik ve ontolojik boyutları da vardır.
İspat yükü denildiğinde, bir davada taraflardan birinin iddiasını kanıtlama sorumluluğunun kime ait olduğunu belirlemek gerektiği anlaşılır. Peki, bu yük bir kişinin üzerine mi yıkılır, yoksa karşı tarafın mı kanıtlaması beklenir? Bu soruya yanıt ararken, felsefi bir yaklaşımla, adaletin, bilginin ve gerçekliğin ne anlama geldiğini sorgulayacağız. Adaletin ne olduğu, kimlerin haklı olduğu ve kimin doğruyu söylediği gibi temel meseleler, sadece hukukun değil, aynı zamanda felsefenin de ilgi alanına girer.
Epistemoloji ve İspat Yükü: Bilgi ve Gerçeklik Arasındaki İlişki
Epistemoloji, bilginin doğasını, sınırlarını ve doğruluğunu inceleyen felsefi bir alandır. İspat yükü ile ilgili epistemolojik bir soruya yanıt verirken, bilginin kaynağını ve geçerliliğini anlamak zorundayız. Bir tarafın iddialarını kanıtlama sorumluluğu, esasen hangi bilgilerin doğru olduğunun ve hangi gerçeklerin geçerli olduğunun belirlenmesidir.
İstirdat davası bağlamında, haksız edinilen bir malın geri verilmesi gerektiği iddiası söz konusu olduğunda, bu iddianın doğruluğunu kanıtlamak kimin sorumluluğundadır? Eğer bir kişi malını kaybettiğini iddia ediyorsa, bu kaybın nasıl gerçekleştiği, malın nasıl alındığı ve hangi yasal dayanağa dayanarak geri verilmesi gerektiği gibi unsurların belgelenmesi gerekir. Ancak, epistemolojik olarak bakıldığında, bu bilgilerin her zaman kesin ve net olmadığı gerçeğiyle karşılaşırız. Sonuçta, her bilgi, tarihsel, kültürel ve bireysel faktörlerden etkilenmiş olabilir. Yani, bir iddianın ispatı, sadece belgelerle değil, aynı zamanda anlatıların, deneyimlerin ve perspektiflerin bir yansıması olarak karşımıza çıkar.
Epistemolojik açıdan, ispat yükünün taraflardan birine verilmesi, yalnızca bilgiye dair bir sorumluluk değil, aynı zamanda bu bilginin doğru ve güvenilir olup olmadığının sorgulanmasıdır. Bu durum, doğrudan “gerçek” ve “yanlış” arasındaki ayrımın nasıl yapılacağına dair felsefi bir tartışmaya yol açar. Gerçekten neyin doğru olduğu ve kimin doğruyu söylediği sorusu, birçok hukuk sisteminde olduğu gibi, istirdat davasında da önemli bir yer tutar.
Ontoloji ve İspat Yükü: Gerçekliğin Doğası
Ontoloji, varlık bilimi olarak, var olan şeylerin doğasını, sınıflandırılmasını ve ilişki biçimlerini inceler. İspat yükü ile ontolojik bir bakış açısı arasındaki ilişkiyi tartışırken, bir malın haksız yere edinilmesinin “gerçekliği” üzerine düşünmemiz gerekir. Gerçekten bir şeyin “var olması” ve birinin o şeyin gerçek sahibi olup olmadığı meselesi, ontolojik düzeyde derin sorular ortaya koyar.
İstirdat davasında, bir kişi malının kendisine ait olduğunu iddia ettiğinde, o malın “gerçek sahibi” olarak kabul edilmesi ontolojik bir sorun yaratır. Haksız edinilen malın geri verilmesi gerektiği düşünüldüğünde, aslında o malın “gerçek” sahibine ait olup olmadığı sorusu ortaya çıkar. Gerçek sahip kimdir? Toplum, hukuki belgeler ve toplumsal normlar, bu gerçekliği nasıl tanımlar? Ontolojik bir bakışla, “sahiplik” kavramının ne anlama geldiğini ve bir kişinin “gerçekten” sahip olup olmadığını sorgulamak gerekir. Bu, sahiplik anlayışının kültürel, sosyal ve tarihsel bağlamda nasıl şekillendiğini gösteren bir soru işaretidir.
İspat yükü, bu ontolojik belirsizliği çözme amacı taşır. Hangi tarafın gerçek sahibi olduğunu ve malın doğru sahibinin kim olduğunu belirlemek için yapılan hukukî bir çaba, varlıkların gerçekliğine dair bir sorgulama sürecine dönüşür. Gerçekliğin doğası hakkında ne kadar bilgiye sahip olduğumuz ve bu bilgilere ne kadar güvenebileceğimiz, dava sürecinin gidişatını belirler.
Etik Perspektif: Adalet ve İspat Yükü
Etik, doğru ve yanlış arasında yapılan seçimlerin, eylemlerin ve değerlerin bilimidir. İstirdat davasında ispat yükünün kime ait olduğu, adaletin nasıl sağlanacağı ve kimlerin haklarının korunacağı ile doğrudan ilgilidir. Etik olarak, ispat yükünün bir kişiye yüklenmesi, o kişinin hakkaniyetli bir şekilde temsil edilmesi anlamına gelir. Yani, bir tarafın haksız yere sahip olduğu bir malı geri vermesi için gerekli şartların sağlanması, etik açıdan önemlidir.
Bir davada, taraflardan birinin iddiasını ispatlamak sorumluluğunun kime ait olduğunu belirlerken, bu kararın adaletli olup olmadığını sorgulamak önemlidir. İspat yükünün sadece bir tarafa verilmesi, eşitlik ve hakların korunması açısından adaletsiz olabilir. Ancak aynı zamanda, yükümlülüklerin tek bir tarafın omuzlarına yüklenmesi, o tarafın daha güçlü, daha iktidar sahibi olmasına neden olabilir.
Bu noktada, etik sorular devreye girer: Adalet, her bireyin eşit fırsatlara sahip olmasını gerektirir mi? İspat yükü kime verilirse verilsin, o kişinin bu yükümlülüğü yerine getirme hakkı var mıdır? Hukuk, toplumsal adaletin sağlanmasında nasıl bir araçtır?
Sonuç: İspat Yükü ve Felsefi Derinlik
İstirdat davasında ispat yükü meselesi, yalnızca hukuki bir sorun olmanın ötesine geçer; bilgi, varlık ve etik üzerine derin felsefi soruları gündeme getirir. Epistemolojik olarak, doğru bilgiye ve güvenilir kanıtlara ulaşmanın önemi vurgulanır. Ontolojik olarak, gerçek sahiplik ve malın gerçekliği sorgulanır. Etik açıdan ise adaletin ve eşitliğin sağlanması, ispat yükünün kimin üzerine yıkılacağını belirler.
Peki, sizce ispat yükü bir davada adaletin sağlanması için her zaman doğru şekilde dağıtılabiliyor mu? Gerçekten kimin doğru olduğunu ve adaletin nasıl tecelli edeceğini belirlemek, ne kadar bilgiye sahip olduğumuza ve hangi değerleri ön planda tuttuğumuza bağlıdır.
Yani üçüncü kişi, açtığı menfi tespit davasında takip borçlusuna karşı borçlu olmadığını (ya da haczedilen malın borçluya ait olmadığını) kanıtlamak zorundadır . Bu kural, normal ispat yükü kaidelerinin aksine, davacı konumundaki üçüncü kişiye bir olumsuz olgunun ispatını yüklemektedir. 30 Haz 2025 İİK m. Yani üçüncü kişi, açtığı menfi tespit davasında takip borçlusuna karşı borçlu olmadığını (ya da haczedilen malın borçluya ait olmadığını) kanıtlamak zorundadır .
Dayı!
Teşekkür ederim, görüşleriniz yazıya doygunluk kattı.
Yetkili mahkeme, davalının yerleşim yeri veya icra takibinin yapıldığı yer mahkemesidir. İstirdat davasında genel ispat kurallar geçerlidir. Kanunda Davacı istirdat davasında yalnız paranın verilmesi lazım gelmediğini ispata mecburdur denilmektedir. Görülmektedir ki, menfi tespit davasında kural olarak, hukuki ilişkinin varlığını ispat yükü davalı/alacaklıdadır ve alacaklı hukuki ilişkinin (borcun) varlığını kanıtlamak durumundadır. YARGITAY HUKUK GENEL KURULU E.
Nazlıcan!
Önerileriniz yazının mesajını güçlendirdi.
Dava, menfi tespit istemine ilişkin olup, borcun ödenmesiyle istirdata dönüşmüştür. Buna göre, mahkemece, istirdat talebinin kabulü halinde, davalının kötüniyet tazminatına mahkum edilebileceğinin kabulü, kural itibariyle doğru olmuştur . Bu dava, iptal talebinde bulunulduktan sonra, çekin başka biri tarafından mahkemeye ibraz edilmesi durumunda açılır. İptal talebinde bulunan kişi, çekin kendisine ait olduğunu iddia ederek, çeki elinde bulunduran kişiye karşı istirdat davası açar.
Melike!
Önerileriniz yazının mesajını güçlendirdi.